Yol boyunca size eşlik eden Fırtına Deresi’nin bir ucu Ayder’e bir ucu Palovit Şelalesi’ne çıkıyor. Doğanın insanı kucakladığı Karadeniz ile çok geçmeden tanışmalısınız
Şehirde doğup büyümüş biri olarak ilk kez insanların anlatmalara doyamadığı Karadeniz’i dört gün boyunca gezecektim. Heyecanım daha uçaktayken başlamıştı. Yaklaşık bir buçuk saatlik yolculuktan sonra Trabzon’a indik. Uçaktan iner inmez doğayı kucaklarcasına derin bir nefes aldım. İlk gideceğimiz yer Kaçkar Dağı ve Palovit Şelalesi’ydi. Yola koyulduğumuzda Etstur’un yurtiçi rehberi Erhan Bingöl’e sürekli tepede düşecek gibi duran evleri soruyordum. Evler o kadar dik tepelerdeydi ki, bana göre ne çıkması ne de oralarda yaşaması mümkündü. Rehber anlattıkça şaşkınlığım hayranlığa dönüştü ve Karadeniz insanının inadını ve çabasını daha iyi anladım. Doğayı tahrip etmeden yaşayan insanlar rüzgarın ve suların yıktığı evleri ve köprüleri isyan etmeden tekrar yapıyor. Tabii bu inatları tebessüme neden olacak olaylara da neden olmuş. Mesela karayan yana asma köprülerin olmasının nedeni kardeş kavgaları. Trabzon’dan Rize’ye giderken Fırtına Deresi bize eşlik etti. Bir buçuk saatlik yolculuk sonrasında Kaçkar’a geldik.

KARADENİZ’DE HER ŞEY YAŞIYOR
Kaçkar Dağı’na çıktığımızda kendimi birden küçücük hissettim. Burada her şey yaşıyordu ve çok büyüktü; ağaçlar, şelaleler, dereler, tepeler ve çeşitli hayvanlar. İstanbul’da insan elinden çıkmış yapılara hayranlıkla bakarken Palovit Şelalesi hepsini gölgede bıraktı. Şelale, güzel bir kadının saçları gibi salınıyor, tüm bitki ve ağaçlar onun etrafında duruyordu. Bu kadar sorgulama ve temiz hava erkenden acıktırdı tabii. Birçok dizi setini konuk eden Fırtına Deresi yanındaki Dere Butik Restoran’da dalından koparılmış sebzelerle yapılan sac kavurma ve turşu kavurması yedik. Açıkçası turşu kavurmasına önyargıyla yaklaşan ben ekmeğin son lokmasıyla tabağı sıyırdım. Yemekler yendi, çay ve kahveler içildi. Ardından kendimizi şık ve çok kullanışlı olan Rize bezi alışverişine attık. Terletmeyen bu bezlerden yapılan şalları bağlamasını bilmediğimi gören Asiye Abla “O öyle olmaz” dedi ve şalı başıma Karadeniz genç kızlarının taktığı şekilde bağladı. Bu bezlerden gömlek, şort ve elbise gibi birçok giyim eşyası var. Ayder Yaylası aslında yüksekliği itibariyle tam bir yayla değil. Zaten diğer yaylalardan ayrılarak turistik bir alan olmuş. Ayder’in biraz yükseğindeki evlerdeki insanlar geçimlerini buradaki turistler sayesinde sağlıyor. İnsanlar güler yüzlü ve misafirperver. Yol boyunca bize eşlik eden dere Ayder’de de salına salına akıyor. Yayla turundan sonra Fırtına’nın tam yanındaki Haşimoğlu Oteli’ne geçtik. Sütlaç denildi mi akla ilk Trabzon’daki Hamsi Köy gelse de, buranın sütlacının ve sütünün tadı çok güzeldi. Buradaki sohbetimizden öğrendiklerimden biri de horon tepmek deyişinin yanlış olmasıydı. “Horon tepilmez, horon vurulur” diyen Karadenizliler tarafından birkaç kere uyarıldım. Otelde horon vuruldu, bol demli çaylar içildi, oradaki âdeti bozmadık okey oynadık, kahvelerimizi içtik ve dere manzaralı odalarımıza çekildik. Ertesi gün İkizdere’den geçip Ovit Dağı ve Buzul Göl’e gitmek için erkenden kalktık. “Sis çökmeden bu doğa harikasını görmelisiniz” diyordu rehberimiz Erhan Bey. Yol uzundu ama Karadeniz türküleri kulağımda dışarısını seyrederken yolculuğun nasıl geçtiğini anlamadım. Sıcak hava Ovit’e yaklaştıkça soğumaya başladı. Aracın çıkamayacağı yeri yürüdük. İstanbul’da bozuk yollarda yürürken söylenenler bir de burayı görünce düşünmeli. Engebeli yoldan soluk soluğa çıktım. Tam yorulduğumu söyleyecekken Ovit’in eteğindeki Buzul Gölü görünce hepsini unutuverdim. Karadeniz türkülerinde aşkı, üzüntüyü ya da mutluluğu anlatırken dağlar, dereler ve göllerle ilgili benzetmelere anlam veremezdim. Şimdi öyle iyi anlıyorum ki… Yol boyunca arabamızda çalan Karadeniz türkülerini dinleyip coşkuyla eşlik ettim.

BİNLERCE METRE YÜKSEKLİKTE HUZUR
Uzungöl’ün yukarısındaki yaylalara çıkmak için yola koyulduk. Üstelik yayladaki evleri ziyaret etmek çok güzel bir deneyim olacaktı. Bu kadar mutlu ve heyecanlıyken şoförümüz Kemal Bey, seyir halinde sohbet ederken sürekli arkasına dönüyordu ve ben korktukça insanlar beni sakinleştirmek için uğraşıyordu. Kemal Bey, sürekli “Vay seni şehir çocuğu” deyip güldü. Gerçekten de öyleydi. Yaklaşık 2 bin 500 metrelik bir yayla bana göre uçurum, onlara göre yuvaydı. Önce Lustra Yaylası’nda durduk. Yayladakilerin söylediklerine göre Lustra’daki çeşmeden su içen gerçek aşkı buluyormuş. Herkes çeşmede sırasını beklerken arkadaki inekler birkaç kız arkadaşımızı kovalayınca aşkı meşki unuttuk. İneklerle vedalaştıktan sonra Garester Yaylası’na yani zirveye çıktık. Rüzgar öyle sert esiyordu ki, ne ayakta durmak ne de yanınızdakinin sesini duymak mümkündü. Manzaraya bakınca aklıma ilk gelen televizyonda programlarını izlediğimiz ressam Bob Ross’un mutlu dağları ve tepecikleri oldu. Dünyadaki bütün kargaşa ve sorumlulukları unutup dakikalarca manzarayı izledim. Yaylada yürürken bize el sallayan altı yaşlarındaki küçük Zeynep peşimizden geldi. Zeynep’e baktıkça çocukluğumun çizgi film karakteri Heidi’yi anımsadım. Bizi çok güzel ağırlayan Emine Hanım’ın evi yaylanın en güzellerinden. İlk başlarda “Tepedeki evlerde nasıl yaşıyorlar?” diye düşünürken bu evi görünce cevabını almış oldum. Emine Hanım’ın ikram ettiği ballı sütü içtik. Küçük Zeynep bu yaylada kalıyormuş ve yaşını da bilmiyormuş. En çok inekleriyle vakit geçirmeyi seviyormuş. Sohbetimiz sırasında ufaklığın anneannesi ve inekleri geldi, iç ısıtan gülümsemeleriyle onu alıp gittiler. Birden apartman içinde geçen çocukluğumu yargılamadan edemedim. Böyle bir manzarada böyle sağlıklı yaşamayı kim istemezdi? Düşüncelerimizi bir kenara bırakıp konaklayacağımız otele gidip dinlendik.

AÇ DÖNMEYİN
Karadeniz’e gelince mutlaka yemeniz gerekenler mıhlama, kaygana, turşu kavurması, alabalık, helvalı dondurma, kuymak, kara lahana sarması ve sütlaç. Ayrıca Hamsi Köy’de Nihat Usta’da pirzola ve köfte yemelisiniz. Hem göz doyuruyor hem de karın. Bir de unutmadan söyleyeyim, mıhlama değil, muhlama.

KAFASIZ FRESKLER!
Doğanın güzelliklerini tanımışken Sümela Manastırı’nı görmeden dönemezdim. Manastırın ne zaman yapıldığı tam olarak bilinmiyor. Yapıdaki freskler Adem ile Havva’nın yasak meyveyi yiyip cennetten kovulmasını anlatıyor. Freskleri okumak için bir rehbere ihtiyacınız olacak çünkü neredeyse bütün fresklerin üzerine yazılar yazılmış ve anlaşılmaz hale getirilmiş. Dünyanın en güzel yapılarından biri manastır ne yazık ki, bakımsızlık ve hatalı restorasyondan heba olmuş. Bir diğer dikkatimi çeken nokta, fresklerdeki insan figürlerinin gözleri ve yüzlerinin oyulmuş olması. Bunun nedeni kesin bilinmiyor ama oradakilerin söylediklerine göre eskiden bu figürlerin gözlerine bakınca din değiştireceklerine inananlar figürleri oymuş hatta kimisi silahla ateş etmiş. Bir diğer söylentiye göre de hacı olmak için manastıra gelenler, muska yapmak için birer parça almış. Bunlar kesin değil ama bir amca 10 yıl önce bunu yaptığını ve pişman olduğunu bizlerle paylaşıyor. Yine de manastır yara bereli olmasına rağmen heybetli duruşundan hiçbir şey kaybetmemiş. Özellikle sis çöktüğünde gri bir denizin kenarındaki yapı gibi duruyor.

Ece ULUSUM

http://www.sabah.com.tr/turizm/2014/06/04/karadeniz-turkuleri-artik-daha-anlamli

Related Posts

Çözüm artık şu havuz problemini

‘Bir bakışta böceklerimin derini anlarım’

Yeni annelere sağ kalma rehberi

2017’den 2018’e devren kiralık

Saatin kendisi mekân, yürüyüşü zaman, ayarı insan

Kamp kurmalık yıldız haritası